24 Mayıs 2013 Cuma


1 Haziran'da başlayacak Documentarist İstanbul Belgesel Günleri 'nin tanıtım filmi pek güzel olmuş. Bu teaseri izleyince nedense aklıma Turgut Uyar'ın Atlıkarınca şiirinin başında italic harflerle yazılı dizeler geldi:

Tel cambazı istiyordu ki dünya istediği gibi olsun. 
Bile bile aldanmaya vardırıyordu işi.
Ama olmuyordu kendisi vardı. 


Aaa işe bak,  ben bunları yazarken televizyonda da aynı anda teaser dönmeye başladı. Bunu bir işaret olarak mı anlamalıyım? Neyin işareti:) Neyse unutalım gitsin. Güzel belgeseller gelecek. İstanbul'da olanlar hiç kaçırmasın derim. 

ON YEDİ HAZİRAN, ON YENİ HAZİRAN

                                                  Haziran aşkına

1.
Haziran, iyilik olsun diye
Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlar

2.
Gelince hep yeni olur Haziran

3.
Derdini birine ödünç vermektir aşk,
Haziran sevincini vermektir biri geçerken

4.
Haziran’ın vapuru, mektubu, pulu, treni
geçin gidin Haziran’da unutun beni

5.
Kağıt gibi bir oğlan, pul gibi bir kız
ince mektup Haziran

6.
Nice Haziran’lara aşkla efendim
(yağmur mu dediniz o içimizdedir)

7.
Haziran’ın yarısı şiir, sözcükleri yolda
yarısı kedi ikindisi, içi uykuda

8.
Haziran şehrine vardım ölçüldüm
aşktan boyum uzadı

9.
Aşkın kırmızı dökülüşü Haziran’da
gövdeli şarapta taze çayır kokusu

10.
Ne işimiz var çıkmayalım dışarı
Haziran’ın içi iyi

11.
Haziran’ın ikimize çevirisi:
Yaşasın üçümüz!

12.
Haziran gibidir herkes yaşarken
aşk ayakta ve tekrarda sonsuzluk...

13.
İnsanın başına aşktan fazla ne gelebilir?
-Elbette Haziran!
İnsanın başına Haziran’dan fazla ne gelebilir?
-Elbette Nar!

14.
Haziran’da şiir mi yazılır
beklerken aşk içinde yaz

15.
On yedi Haziran, on yeni Haziran
her Haziran yepyeni bir kelime, yaz!

16.
Nar’ı Haziran’da görün siz kırmızı
iyilik kırmızı sözcükler kırmızı gülüş

17.
Haziran İstanbul’dur
Nar olsun diye
adamla kadını birbirine bağlar.

Haydar Ergülen


23 Mayıs 2013 Perşembe





Babylon Soundgarden festivalde,  King of  Convenience, Baba Zula da olacakmış. 


19 Mayıs 2013 Pazar

"Aşık Olunabilecek Bir Erkeğin Özellikleri"

1980 başlarında bir yaz akşamı, Füsun Akatlı, Nimet Tuna ve Tomris Uyar, o dönemin gözde uğrağı Şadırvan’da buluşmuş, denizin tadını çıkarıyorlar. Konu bir ara aşka, sonra aşksızlığa, en sonunda da “aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri”ne geliyor ve bir oyuna dönüşüyor.
Nesnel davranmakta kararlı olduklarından masalarına gelen Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın da görüşlerini alıyorlar. (Sonraları Ferit Edgü, Mürşit Balabanlılar, Aydın Emeç gibi “güvenilir” erkek dostlara da başvurulacak.)
Böyle önemli bir konunun koşul sıralamasında ilk maddeyi fiziksel görünüşün ya da zekanın değil giyimin tutması oldukça tuhaf ama ne yapalım?
1- Adam, (o dönemin gözde terliği) Tokyo giymeyecek. Belki de böylelikle onun evde pijamayla dolaşmaması güvenceye alınıyor. Şort yasak değilmiş. Yatarken çorap giymesinmiş.
2- Ama kes giyip jogginge çıkması, pazar günlerini doğa budalalığıyla geçirmesi -sizi de yürüyüşe zorluyorsa- yasak.
3- Pamuklu, keten, yün gibi doğal elyaf giyecek. Naylon ve parlak kumaşlar kesinlikle yasaktır. (Ferit Edgü’nün önemli katkısı: fanila giymeyebilir. Turgut Uyar’ınki: ama don giysin.)
4- Herkes adamın haftada en az bir kere yıkanmasına razıyken Ferit, her gün yıkanmasında diretiyor.
5- Kesinlikle uykucu biri olmasın ama uykusuzluğundan da yakınmasın. Uykusuz gecelerini paylaşılan bin şölene dönüştürebilsin.
6- Alkolik olabilir de sarhoş olmasın. (Ferit’in katkısı: düşebilir ama çelme takmasın.)
7- Uyuşturucu kullanmasına izin var mı? Mürşit’e göre, “ikinci kişiliği gündeme gelmiyorsa kullanabilir.” Turgut’a göre, “hem içki hem uyuşturucu olmaz!” galiba, izin pek yok.
8- TV’de “makul miktarda maç seyredebilir” ama yorum yapmadan, sessizce. Boks ve güreş sevmesin. Turgut “buz patenini” de eklemiş.
9- Tatil günlerini eşya onarmakla geçirmesin. Elektrik sigortası attığında, musluğun contası yenileneceğinde hemen işe sıvanmasın. Bir usta ayarlayacak kadar bilgili olsun (Ferit). Cereyana kapılmayacak ya da evi havuza çevirmeyecek kadar zeki olsun yeter (Turgut).
10- Ya yüzmeyi ya dansetmeyi bilsin ya da herhangi bir sporu iyi yapsın.
11- Haftada en az bir kitap okusun. Mürşit: Red Kit ile Asteriks’ten haberli olsun. Turgut: Pardayyanlar ile Arsen Lüpen’den de. Ferit: şu altı yazardan birini iyice okumuş olsun -Kafka, Shakespeare, Balzac, Sait Faik, Sartre ve F. S. Fitzgerald ya da Hemingway ama İhtiyar Adam ve Deniz sayılmaz. Edip: şiir de okusun.
12- Bir saz çalıyorsa çalsın ama dostlar toplantısında konser vermesin. Aynı şekilde isterse mavi yolculuğa çıksın ama dönüşünde dia gösterileri düzenlemesin.
13- Esprisi “humor”a dayalı olsun. Fıkra anlatmayı, “lazın biri,” diye başlamayı nükte sanmasın. Turgut: askerlik anılarını anlatmasın. Geçmişinden söz ederken, “Sene 1963…” diye girmesin söze. “1963’te filan. Ankara’dayken…” gibi başlasın.
14- Takside arka koltukta otururken de hesabı ödeyebilsin. Lokantada bahşişi yüzde ondan fazla bırakmasın. Garsonlarla bu koşullarda dostluk kurabilsin. Hesabı öderken cebinden tomarla para çıkarmasın. Diline dolamadığı sürece mali durumu önemsiz, yalnız arabası varsa, arabanın park yerine göre program düzenlemesin. Taksiye binebilsin. Çok istiyorsa yabancı sigara ve içki içebilir, tabi büyüklenmediği sürece. (O dönemde yabancı sigaralar kaçaktı.)
15- Edip Cansever’e göre, armağan almayı da vermeyi de bilsin. Her hesabı kendi ödemeye kalkışmasın.
16- Yemek masasında viski vb. İçmesin. Masaya gelen çerezlere saldırmasın.
17- Hayatında en fazla 6 kere doktora gitmiş olsun (ameliyat sayılmıyor). Antibiyotiklere düşkün olmasın.
18- İlk gördüğü insanlar hakkında acele ve değişmez yargılar verecek kadar gözükara bir psikoloji uzmanı kesilmesin.
19- Politik görüşü sola yakın bir aydın olsun. Ama dahi yerine daahi demeyecek kadar düzgün olsun Türkçesi. Parti sloganlarıyla konuşmasın.
20- Omlet, makarna ve biftek dışında yemek pişirmeyi becersin. Kendine yetsin. Kısaca, kişiliğini öne sürmeyecek kadar kişilikli olsun ama belli etmediğini de belli etmesin.
Giyiminden, zevklerinden, davranışlarına, günlük diline kadar her özelliğine karıştığımız (dikkat ederseniz, erkeklerin baskısı daha ağır!), bir yalnızlığa ittiğimiz bu adamcağızın fiziksel özellikleri pek önemli değil anlaşılan. Cinsellik konusunda ondan beklenen, “programlı olmaması, kendini bir şeylere zorunlu hissetmemesi, heteroseksüel olsa da homoseksüellerle dostluk kurabilmesi”.
Kaç yaşında bu zavallı acaba?
Nimet’e göre: 30, Füsun’a göre: 45, bana göre: 30.
Ferit’e göre: ideal olarak 25, Edip’e göre: 40, Turgut’a göre: 30-35, Mürşit’e göre: 35.
Son danışmanımız Aydın Emeç, “isteklerin oldukça ağır yine de mantıksız olmadığını” belirttikten sonra bir kahkaha atmıştı: “İyi ama bu adam zaten evlidir! Tutalım ki değil, kendini bunca eğitmek için bu toplumda nasıl hırpalandığını düşünürsek, sizin gibi vıdıvıdı kadınlar yerine güleç, uysal bir kadın seçmesi daha doğal değil mi?”
Kaynak: Yüzleşmeler – Tomris Uyar (edebiyathaber.net)

16 Mayıs 2013 Perşembe


Umut etmeyi özledim, birlikte umudumuzu özledim. Seni çok özledim Zeyno'cum. Gülüşünü özledim, sesini özledim, susmanı özledim. Yolda yürüyüşünü, dışarı çıkarken çantama atıverdiğin minik çikolataları, kocaman sarılışını, geldiğimde kucağında Rıfkı'yla kapıyı açışını özledim. 
Bütün iyi kitapların sonunda, bütün gündüzlerin bütün gecelerin sonunda, meltemi bizden esen soluğu bizde olan yeni bir başlangıç... Bu özlemin de sonu olsaydı, olabilseydi. 

http://www.youtube.com/watch?v=xPG09Ruaat4

8 Mayıs 2013 Çarşamba


                     




























Metin  Eloğlu’nun “Turgut II” şiirinin özgün kopyası başlığı adı altında yayınlanmış bu şiiri görünce kaydetmişim vaktin birinde. Şimdi Zeynep olsaydı, ben bunu buradan paylaşmak yerine ona yollasaydım. Bir erik ağacı kadar iylikle dolsaydı içim.   Bir çocuğa  böyle mi güzel bir amca olunur diye sevinseydik ikimiz sonra. 

Kaçın kurası o
Cayar mı hiç çocukluktan, kaydıraklardan sekseklerden geçmiş

Kaydıraklardan, sekseklerden geçtik biz de Zeynep'le. Caymadık hiç çocukluktan. 


 http://www.edebiyathaber.net/tomris-uyar-ve-turgut-uyarin-aile-arsivinden-fotograflar/



5 Mayıs 2013 Pazar

  

neriiiiiiii,
bu şiiri biliyordum ama, okumamıştım galiba.. yoksa unutulur mu bu? yok yok, sadece adını biliyordum demek. 
sadece "ah" diyebiliyorum, ne diyim ki?
seni seviyorum canım benim.
zeynep gülcan

Ah Zeynom, güzelim bakamıyordum kalan maillere sonuna kadar, yarıda kesiyordum. Bugün de öyle oldu. Ama bir yazışmamıza  denk geldim. Bir onun sonunu getirebildim. La minör, mailin konusu. Ahmet Telli’nin La Minör adlı şiirini göndermişsin.

la minör 

Sesin ne kadar benziyor sana 
La minör, kumral, biraz şehla 
Hüzünlü bir güz akşamı belki 
Solgun ezgiler ve hâtıralar 
Derliyor Çerkes çiçeklerinden 

En çok da yitik bir aşkın 
Anlatıcısı masalsı geçmişten 
Orada zaman ağu ve sakin 
Akıyor ömrümüze her şeyi 
Yaşatıp gösterecek kadar 

Meşeleri gövermiş bir türkü 
Kalmış geriye o yitik aşktan 
Sesin ıssız serinliklere dönüyor 
Balkonun begonya çağrısına 
Şehlâ dediğim itiraz ünlemine 

Üşengeç bir sarmaşık usulca 
Tırmanırken rüyalarıma 
Balkon sokağın nesi olurdu 
Şimdi bir bir hatırlıyor ay 
Çocukluğumun kabahatlerini 

Sesin fısıltıya dönüyor, muammaya 
Bir sızı gibi sızıyor bu metruk 
İskelenin kalıntısına rüzgar, ve ah 
Benim öfkeli gençliğim dedikçe 
Ahşap yalnızlıklar ekliyor ömrüme 

Ömrüm şimdi ne çok benziyor sesine


Ahmet Telli 

Sonra cevaben bir şeyler yazmışım sana, sonuna da şu şiiri iliştirmişim:

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
Içim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

Ahmet Hamdi TANPINAR


 Sense çok bilindik bir şiirle devamla deyip Cemal Süreya göndermişsin:

AŞK
Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgideydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı
Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı
                                                            İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların
                                                            dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzel
lik.
Cemal Süreya 

Edip Cansever'in Mendilimde Kan Sesleri ile sonlandırmışız, o yazışmayı .Çok şiirle doldurdum burayı. Bu uzun şiirin de sadece adını vermekle yetineyim o yüzden.  Ben de şimdi sadece "ah" diyebiliyorum, ne diyim ki? Seni seviyorum canım benim.


4 Mayıs 2013 Cumartesi


ateş oldum
yanar oldum
gönül verdim ya
şarap oldum
kadeh oldum
yere düştüm kırıldım

aşk ateşi iki kurşun
birin aldım ya

uçtum kondum
uçmaz oldum
kuş gönlüne sığındım
beşik ardım gurbet oldu
sine oldum vuruldum

oğul gördüm
kızım sevdim
gönül aldım ya
çocuk oldum
neler umdum
neler buldum yoruldum

aşk ateşi iki kurşun
birin aldım ya

küstüm sustum
sormaz oldum
ağlar oldum kavruldum
sevdiklerim eller aldı
yad ellere savruldum



3 Mayıs 2013 Cuma


Boris Vian, Günlerin Köpüğü romanı Mood İndigo adıyla filme uyarlanmış. 24 Nisan'da gösterime girmiş. Bu filme gidilir. Omer Sy, bu adamı başka bir filmden daha hatırlıyorum. Neydi o filmin ismi? Zengin felçli bir adama bakan , çılgın bakıcı rolündeydi. Tüm her şeyi birbirine karıştırmış da olabilirim ama asıl mevzumuza dönecek olursak, güzel bir film olmuş gibi görünüyor. 






Yıldızlı bir gece, ay da vardı
sen gülümseyince
yüreğimde bir balık oynadı

Metin Altıok

2 Mayıs 2013 Perşembe

Annem, İstanbul’dayken, abimlerle  işe yetişme telaşı içinde uyandığımız, koridorda birbirimize çarpa çarpa,  el yüz yıkamak için banyo sırası beklediğim bir sabah, beni durdurdu ve dedi ki: siz burada zamanı kaybetmişsiniz. Evet, çok doğruydu; biz orada zamanı kaybetmiştik. Zeynep’le, onun köyünde geçirdiğim o bir hafta, kaybettiğim zamanı geri verdi bana, fazla fazla. Hayır, aslında ne fazla ne eksik tam da olması gerektiği gibi paylaştık anları. İnciri dalından kopardık, çam kokularında sustuk. Güngörmez’de aynı çeşmeden avuçla su içtik, yüzümüze çarptık aynı suyu, yazdı, ne güzeldi yaz. Bir ikindi vakti, hadi dedim Zeyno, kalk bir dolaşalım köyü. Evden çıktık, bahçe kapısını kapatıp ilk adımını sokağa atışı hala o kadar canlı ki gözümün önünde. Yanına yaklaştım, usulca koluma girdi. Hayatta, bir dostun usulca  koluna girmesi kadar daha güzel ne olabilirdi ki. Hafif rampa olan, irili ufaklı taşlı yoldan aşağıya doğru yürümeye başladık köyün meydanına doğru. Meydandaki koca çınarı geçip, çeşme başına doğru ilerlerken, aklı bizim sınırlamızdan çok uzak genç bir adam gelip atını suladı çeşmenin oluğundan, kenara çekildik ikimiz de, ki hayvancağız ürkmeden rahat rahat içiversin suyunu. Zeynep, çeşme başında bir iki fotoğrafımı çekti benim. Sonra, yine hiç acele etmeden, büyük bir dinginlik içinde oradan geriye  meydana yürüdük. Bir ara yoruldu Zeynep, çınarın altında oturduk. Telefon çaldı, ya da çalmadı da biz mi aradık, Özge’ydi. Cıvıl cıvıl, neşe dolu, konuşmalarımız çınarın yapraklarına doğru yükseldi. Meliha Teyze, oturuyordu kapısının önünde, sevimli tombiş bir kedi kadar güzeldi Meliha Teyze, biraz hasbıhal ettikten sonra  evin yoluna koyulduk. Aslında ne kadar kısa zamanda olmuştu tüm bunlar ama ne kadar uzundu, her an ne kadar da canlı şimdi. Bu fotoğraf da kahvaltıdan sonra, kuşluk vakti (Zeynep ne çok severdi, hem vaktin kendini hem de kuşluk ismini) öyle aylak aylak otururken çekildi. Zeyno’cuğumun objektifinden küçük bir kız.

Annem, İstanbul’dayken, abimlerle  işe yetişme telaşı içinde uyandığımız, koridorda birbirimize çarpa çarpa,  el yüz yıkamak için banyo sırası beklediğimiz bir sabah, beni durdurdu ve dedi ki: siz burada zamanı kaybetmişsiniz. Evet, çok doğruydu; biz orada zamanı kaybetmiştik. Zeynep’le, onun köyünde geçirdiğim o bir hafta, kaybettiğim zamanı geri verdi bana, fazla fazla. Hayır, aslında ne fazla ne eksik tam da olması gerektiği gibiydi her şey. İnciri dalından kopardık, çam kokularında sustuk. Güngörmez’de aynı çeşmeden avuçla su içtik, yüzümüze çarptık aynı suyu, yazdı, ne güzeldi yaz. Bir ikindi vakti, hadi dedim Zeyno, kalk bir dolaşalım köyü. Evden çıktık, bahçe kapısını kapatıp ilk adımını sokağa atışı hala o kadar canlı ki gözümün önünde. Yanına yaklaştım, usulca koluma girdi. Hayatta, bir dostun usulca  koluna girmesi kadar daha güzel ne olabilirdi ki. Hafif rampa olan, irili ufaklı taşlı yoldan aşağıya doğru yürümeye başladık köyün meydanına doğru. Meydandaki koca çınarı geçip, çeşme başına doğru ilerlerken, aklı bizim sınırlarımızdan çok uzak genç bir adam gelip atını suladı çeşmenin oluğundan. Kenara çekildik ikimiz de, ki hayvancağız ürkmeden rahat rahat içiversin suyunu. Zeynep, çeşme başında bir iki fotoğrafımı çekti benim. Sonra, yine hiç acele etmeden, büyük bir dinginlik içinde oradan geriye  meydana yürüdük. Bir ara yoruldu Zeynep, çınarın altında oturduk. Telefon çaldı, ya da çalmadı da biz mi aradık, Özge’ydi. Cıvıl cıvıl, neşe dolu, konuşmalarımız çınarın yapraklarına doğru yükseldi. Meliha Teyze, oturuyordu kapısının önünde, sevimli tombiş bir kedi kadar güzeldi Meliha Teyze, biraz hasbıhal ettikten sonra  evin yoluna koyulduk. Aslında ne kadar kısa zamanda olmuştu tüm bunlar ama ne kadar uzundu hepsi ayrı ayrı, Bu fotoğrafa gelince, kahvaltıdan sonra, kuşluk vakti (Zeynep ne çok severdi, hem vaktin kendini hem de kuşluk ismini) öyle aylak aylak otururken çekildi. Zeyno’cuğumun objektifinden küçük bir kız.