27 Kasım 2013 Çarşamba

Bir Eflatun Ölüm

Dün hiç yoktan bir dizi izlerken, rastladım bu şiire. Kulaklarıma inanamadım, daha bir yakına gittim, duymak için. Evet bildiğimiz, sevdiğimiz, serin bir Behçet Aysan şiiriydi, tastamam! O kadar çok sevindim ki, defalarca okudum, hayat ne güzeldi ya, şiir vardı, bir süre durup bu şiiri sevdim. Sonra, o kadar derinden hissettim ki, canım Zeynep, Zeynom olsaydı dedim, bir telefon edip, ayyyyy zeynooooooo mükemmel bir şiir bu  deseydim sonra uzun uzun konuşsaydık, ay öperim yawrum deyip kapatsaydık telefonu. İyice şaşkoloz oldum, o kadar şiir şiir dedikten sonra şiiri paylaşmadan yazıyı sonlandırıyordum neredeyse.  Evet işte şiirimiz:


Bir Eflatun Ölüm

kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim

sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım

git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım

ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.

aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.

söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım

belki
sararmış
eski resimlerde kalırım

belki esmer bir çocuğun dilinde.

bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti

değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.

24 Kasım 2013 Pazar

Uykudan Önce

Uyumadan evvel, canım Zeynep'in hediyesi Metis Ajanda takıldı gözüme. Bugün öğretmenler günün yanısıra hiçbir şey satın almama günüymüş. Gülümsedim. Hala gülümsetiyor canım Zeynom. Uyumadan evvel niyetim aslında kitap okumaktı ama takıldım kaldım burda. Oya Baydar, Kayıp Söz bu ara okuduğum kitap. Ama bilmem neden, ilerlemiyor bir türlü. Kıyamıyorum da, beni içine çekeceği zaman gelene kadar sebat etmem gerekli sanırım. Henüz çok başında olmama rağmen, kitabın büyüsünün kendini hemen elevermeyeceğini sezebiliyorum. Kitaba birazdan döneceğim ama dönmeden bir şey gördüm, onu yazacağım. Sanırım, Zeynep de, blogunda bunu türküler ile ilgili yazısında bunu yazmıştı. Ama blogu açıp bakamıyorum, beni çok acıtıyor, sesini duyar gibi, duvara arkasını yasladığını görür gibi oluyorum canım Zeynomun. Bir şiir mi arıyordum, şu an ne aradığım konusunda en ufak bir şey kalmamış aklımda, bir bloga rastladım. Orda şu satırlar el etti bana. Burdan da paylaşmadan geçemedim. Sanırım, bunu burdan aktardıktan sonra üzerine söz söylemek ayıp olur. Çok hisle yazılmış demekle yetinip, kitabıma dönüyorum.                                                                                      "kürtçe dedi anneannem, kalbin dilidir. türkçe, müziktir. bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı, parlak. bizim dilimiz, diye bağırdı acının dilidir. ölümü tattık hep; dilimizde nefretin, acının yükü var…”

(Yaşayanlar ve Ölüler – William Saroyan)                                

18 Kasım 2013 Pazartesi

Merak ile Tecessüs


Merak ile Tecessüs


Yıldırım Türker, 10.11.2013, Özgür Gündem
Rachel Corrie, “Hepimiz, diğer çocukları merak eden çocuklarız” diyordu anasına yazdığı ilk mektupta. Sınırda, İsrail askerlerinin yerle bir ettiği evlerin yıkıntıları arasında gezinirken sınırın öte tarafından Mısırlı askerler ona el etmiş, bir tankın yaklaşmakta olduğunu haber verip, ‘Kaç, kaç’ diye bağırmışlardı. Sonra Rachel’a adını sormuşlardı. Bu ‘dostça merak’ın tuhaf gücü, Rachel’ın dünyayı okumasının anahtarlarından biriydi. Barış eylemcisi Rachel Corrie, İsrail Ordusu’nun Gazze şeridinde Filistinlilerin evlerini yıkmasına engel olmaya çalışırken bir buldozer tarafından ezildi.

İnsanlığı tam ortasından keskin bir bıçakla ikiye bölebileceklerini düşünenlerin en korktuğu şey, meraktır.

Merak tanıştırır, dönüştürür. Duvarları, sınırları gülünç kılar.

Gezi kalkışmasında da muktedirleri çaresiz kılan, diğer çocukları merak eden çocukların buluşmasıydı.

Çocuklar, ülkenin bütün meydanlarında merak ettikleri diğer çocuklarla kaynaştı. Çünkü merak, nesnesine yanıbaşından bakar. Kol kola girmek için.

İktidar aygıtının bayraklaştırdığı, bendelerine dayattığı ise tecessüstür.

“Orada neler oluyor? Karışık şeyler dönüyor”, tecessüsün parolasıdır.

Merak yaklaşıp bakar; tecessüs uzaktan sinsice gözetler.

Merak, sağaltmak ister. Tecessüs, denetleyip parçalamak.

Merak, meydanları günlerce, gecelerce büyük bir şenlik ateşiyle iktidarsız kılar. Tecessüs, sarı sırıtışıyla iktidara muhbirlik eder.

Merak, vermenin bilimidir, kucaklamak ister. Tecessüs ise gasp etmenin gözüdür, işgal etmek ister.

Gezi kalkışmasında çırılçıplak bir dille onyıllardır Kürtlerin gördüğü zulmü nihayet anladığını itiraf eden dil, metropollerin bağrında patlatılan işaret fişeğidir. Bütün dünya, ışığını merakla izler.

Rojava devrimi de bütün dünyaya tutulan göz kamaştırıcı bir aynadır. Her dünyalı o aynada kendine bakabilir. Tecessüs iktidarı için en büyük tehlike olmasının nedeni de budur. Rojava devrimi bütün insanlığı bambaşka bir oyuna çağırır. Kışkırtır. İnsan kalmanın mümkün olduğunu hatırlatır. Soyar, güçlendirir, dünyanın öbür ucundaki çocukların da sırtını okşar.

Çünkü merak soyar, anlaşılır kılar. Tecessüs ise üstünü örter, nesnesini daha başından suçlu ve düşman ilan eder.

Merak, gönül gözüdür. Tecessüs, körleşme.

Merak, hakikatin peşindedir, tecessüs iktidarın.

Hakikat, bu milletin başına en beklenmedik anda gelen bir felaket; başa çıkılması, idare edilmesi, törpülenip biçimlendirilmesi, evcilleştirilip yenir yutulur hale getirilmesi gereken anlatıdır. Devletin görevi, yaşananla aramıza girivermek, ‘el çabukluğu marifet’ düsturuyla delilleri bir çırpıda ortadan kaldırmaktır. Devlet, her an suçlu olduğunu iyi bilir. Ayakta kalabilmesini bu bilgiye borçludur.

Bugün Özgür Gündem’de toplanmaya başladık. Şimdi can çekişen mütecessis zamanlama analistleri, strateji şabanları, gazete yanaşmaları, dönem mutantları mutlaka bir yerlerde ‘zamanlamanın manidarlığına’ dikkat çekiyorlardır. Genellikle her birinin gönlünde küçük bir ‘röntgenci birader’ oturduğundan arada bir düşman bellediklerinin gizli hesabını, hiçbir hinliğini yutmayan uyanık münevver kantosuyla ortaya fırlarlar: Zamanlamaya dikkat!

Haydi itiraf edelim: Bu toplaşmanın zamanlaması gerçekten manidar. HDP’nin zamanlaması da öyle. Burada gerçekten de aklınızın ermeyeceği ‘karışık işler’ dönüyor. Hem de kadınlı erkekli.

Gezi kalkışmasıyla aramıza bir gaz bulutu gerip, meraklı çocukların oyulmuş gözlerinden bir korku duvarı örmeye çalışanların bizi bile şaşırtan fütursuzluğu, yenilginin hırçınlığından başka bir şey değil.

Bu kirli zamanlarda yüreklerimizi genişletmenin yolu, birbirini merak eden çocukların birlikte, bir arada kazanacaklarına olan inançtır.

Rojava’yla aramıza bir duvar örebileceğini zannedenlerin gizli bildikleri de budur.  

Gezi’nin ağaçları kök salmakta. İçimizdeki Rojava uyandı bir kere.

Merakla dostlar! Rojbaş!



16 Kasım 2013 Cumartesi

Rüya

Tubiş'e bugün gördüğüm rüyayı anlatıyorum. Ne güzel hala dost sohbetlerinde rüyalar konu oluyor. Zeynom vardı rüyamda, çok mutlu uyandım diyorum Tubiş'e. Sonra şunları ekledim peşine.                     Şimdi şey geldi aklıma, bi kez Zeynoda kaldığım gece, yatağıma nevresim getirdi, odayı klima ile soğuttu, başucuma su getirdi, sonra hadi iyi uykular dedi, kapıyı kapatırken dur dedim, iki yanağından öptüm sanki bi yere gidiyormuşuz gibi, sabah kalktığımızda yanyana olacağız nasılsa demiştik. İyi ki öpmüşüm o zaman! 

14 Kasım 2013 Perşembe

Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı. Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım. Saydım insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.                                                                                                                       Didem Madak

4 Kasım 2013 Pazartesi

Kütüphane

Murathan Mungan, kütüphane hem geçmiş hem gelecek olarak düşünülebilir, demiş. Ve aşağıdaki linki paylaşmış. Göz atmak ya da okumak isteyenler varsa buyrunuz efem.                                          http://www.mimdap.org/?p=128404

1 Kasım 2013 Cuma

ELMALAR ve ZAMAN

01.11.1982 doğmuşum, elmalar sevinmiş, babama vermiş müjdeyi. Elma kokan sonbaharda,  bir de ikindi vaktinin sarısı girince işin içine böyle gel git akıllı bir şey olmuşum işte. Ve bugün iki haylaz arkadaşım da yanımda değil, zeynom ve pıte (babaannem). Onlar olmadan ilk yaş alışım, az nefes alışım belki de. Evet ya, cidden sanki içime çektiğim hava eksildi. Ayaklarım, ellerim, baktığım gök, ne oldu hepsine. Bir şey oluyordu, dalga geçiyorduk, sonra bir şey daha oluyordu hüzne dönüyorduk ama, öyle bir an, bir tül perde gibi havalandırıp bırakıyordu kendini, çok durmuyorduk üzerinde. Ömer Hayyam’dan şu dörtlüğü okuyup geçiyorduk.  


bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende,
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde ?
seher yeli, eser yırtar eteğini gülün,
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün.
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez, kimse bilmez...



İyi geliyordu şarkılar, şiirler iyi ediyordu, biz iyiydik hep beraberken. Babaannem, yolculuk öğretiyordu, çıkınını açıyordu. Bohçalara zaman koyuyorduk, ilerde lazım olur diye. Sonra İstanbul vardı, bi İstiklali vardı aklını alır insanın. Pacific’te cumartesisi vardı Zeyno’mun, gazeteleri, dergileri. Sonra Tanju vardı, “aa bu ne güzel bişeymiş” dediğinde “al senin olsun” diyen, Zeyno’mun masasına en çok ihtimamı gösteren. Bir bahar gibi yürürdü Zeynom, çiçekleri vardı her yere gizliden dökülen. Çapraz minik lacivert çantası, kırmızı cüzdanı, fırfırlı eteği, kırmızı ruju, küpeleri, ojesi, lülesi dökülen saçı, sonra saçında pembe bir tutam vardı ki ne sevinmiştik o gün. Varuşyan’da balık vardı, kafanı çevirsen deniz, yüzüne baksan bahar bir kız vardı karşında oturan. Samatya’da kara gözlü çocuklar, yumrucuk, boncuk boncuk hepsi. Güneş de güzel, yağmur da güzel, kış da güzel, kış bile ışıl ışıldı sanki. Cuma akşamlarımız, iş çıkışlarını iple çektiğimiz. Hep gitmek isteyip, de bi punduna getiririp gittiğimiz fakat kapısından o gün kapalı olması sebebiyle döndüğümüz Caferağa Medresesi. Bunlar hep vardı, şimdi de var. Şimdi belki o zamandan daha çok var. Şimdi Zeynom yanımda değil ya, hep var bunlar, hep içimde ışık, kalbimde tüy hep.